Zavallı Kabil, başına bunca iş açılacağını, her cinayette kendisine gönderme yapılacağını bilseydi, Habil’i öldürebilir miydi? Zavallı Kabil, loser Kabil. Hem katil hem de maktul. Son kertede, her ikisi de kendilerine biçilen rolü oynamış iki arketip. Adem’in oğulları olan Kabil’in çiftçi ve Habil’in ise çoban olduğu rivayet edilir. Ortak bilinçaltında, Kabil kötüyü, Habil ise iyiyi temsil eder. Bundan bir sene öncesine kadar Habilgillerden olmanın artı bir durum olduğu kanaatindeydim. Ammawelakin, şimdilerde bu zannım alt üst olmuş durumda. Hep iyi olmak, hep aydınlık tarafta durmak… Onca zaman ruhuma/bedenime/zihnime acıtarak çarpan birilerine kızdığımda, kendimi suyumda boğulayazarken bulduğumda… Şimdi anlıyorum, boğazıma dolan su başkasının dalgasından değil, bizzat kendi karanlığımdandı. Habil de Kabil de aynı anda içimdeydi.
Yıllar öncesinde, yeniyetmelik zamanlarımda çok sevdiğim ve saydığım aile büyüğüm, aile içi bir meselenin görünürde “haksız” olarak yaftalanan tarafı olan bendenize, meseleyi bir çözüme kavuşturmak amacıyla, ancak olaya kendisine aktarılan karşı tarafın görüşüyle yaklaşarak “Habil-Kabil” meselinden dem vurmuştu. Tabi, bu meselde önemli olan, Kabil’in Habil’i öldürmesine neden olan kıskançlık ve zararlarıydı. Karşı taraf, suçsuz ve haksızlığa uğramış Habil, ben ise kardeşini kıskandığı için ona zarar vermekle lanetlenmiş Kabil’dim. Oysa, kimse meselenin aslını soruşturmamıştı. Ben de kendimi savunmamış, kalbimi yaşadığı haksızlığa karşı korumamıştım. Bu ne cüret! İnsan, kendisine karşı böyle bir haksızlığın yapılmasına neden kayıtsız kalır ki? Kimdim ben? Bir kadının bedenine bürünmüş İsa mı? İçine doğduğum ailenin yanlış anlamalarının ve yansıtılmış karanlığının objesi ve sunakta onların huzuru için kendini kurban eden “ailemizin İsa”sı mı?
Görünürde Kabil olsam da, görünmeyen de Habil’dim. Kardeşinin kıskançlığından doğan öfkesine kendini teslim eden Habil’in – mevcut rivayetlere bakıldığında- aslında o kadar da teslim bir hali yok. Giderayak Kabil’i lanetliyor ve gelecek nesillerde ne zaman bir ihtiras cinayeti işlense, Kabil’in de bu günahın ilk temsilcisi olarak lanetlenmesi için Tanrı’ya yakarıyor. Be adam, madem kendini İsa gibi insanlığın kurtuluşu için karşılıksız kurban etmeyecektin, niye kalkıp da Kabil’e karşı nefsini savunmadın? Kendimi, aynı soruya cevap bulmaya çalışırken yakaladım yıllar içinde. Aslında, söz konusu haksızlığı hoş görüp, olayların akışına bilinçle şahitlik edebilecek bir düzeyde değildim. Körleşmiş ve kendi kalbimin kurban edilmesine kayıtsız kalmıştım. Son kertede, kimse bana bir şey yapmamıştı.
Başkalarının acılarına bir Albatros gibi doğrudan dalan ben, aslında kendi kalbini savunup koruyamadığı için, bunu başkalarının acılarına bakarak, onları kanatları altına alarak telafi etmeye çalışan bir Don Kişot, kalbi kırık bir çocuktum. Belki de bu yüzden, kalbime –evime- dönmek için derin bir özlem duyduğum her seferinde, kendimi Raskolnikov gibi hissediyordum. Kıyımına kayıtsız kalarak katline ortaklık yaptığım kutsal vadime dönüp, ayakkabılarımı çıkararak dolaşacak yüzü kendimde bulamıyordum.
Kabil, Adem’in asi çocuğu, Habil ise itaatkar çocuk; ancak her ikisinin de doğal çocuğu babanın otoritesine göre sınıflandırılmış. Kabil, hasadından en iyisini Tanrı’ya adak olarak sunmuyor, Habil ise sürüsündeki en besili hayvanını sunuyor. Ne yani, Tanrı’nın Habil’in ve Kabil’in adayacaklarına gereksinimi mi var? Baba yani Adem, Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi. Yasa’yı diğerlerine aktarmakla ve gözetmekle yükümlü. O kadar! Yargılamak ise ne onların ne de bizim işimiz. Rab iki eliyle yarattı alemi, ademoğulları koşulsuz sevginin yolunu, yazgının karanlık ve aydınlık patikalarından geçerek, duyarak, sezerek, yüksek bir bilinç düzeyine geçiş yaparak bulsunlar diye. Tanrı adına mı konuşuyorum? Öyle, ama benim “özel rabbim” böyle diyor. Çünkü, hem dışında ve O değil hem de merkezinde ve O.
Kabil’in kıskançlığının kölesi olması onu kardeş katili yaptı, lanetlendi, evden uzak yollara vurdu kendini, yine ona dönebilmek için. Lakin dönemedi. Aldığı “ah” ile yüzleşmediği için, nereye sürüklerse sürüklesin üzerine, “öldür beni ben bir katilim” emri kazınmış bedenini, bir türlü huzur bulamadı. Bir gün, kendi oğlunun attığı taş ile öldü. Habil ise teslimiyetinin, koşulsuz sevgisinin değil, kayıtsız itaatinin kölesi oldu. Bir ikindi vakti, kardeşinin suretine bürünerek gelen ölüm yeryüzünden Habil’i silerken, Habil kalbinin ilk defa, kardeşi Kabil’i lanetlerken farkına vardı. Tüm bu olup bitene dair ne kaldı geride, sadece anlamsızlığın, sadece zulmün, sadece şeyleri yerli yerine koyamamanın neden olduğu kafa karışıklığı. Bugün burada, Kabil ve Habil yan yana. İkisi birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlar. Kabil, babasının emirlerine kayıtsız itaat etmediği için onaylanmamasının kendisine hissettirdiği yetimlik hissinin tetiklediği kıskançlığının kölesi olduğunu söylüyor: “Evet, gitmeliydim. Kendi yoluma gitmeli; özgürce içimdeki karanlık yüzümle mücadele ederek evin yolunu bulmalıydım.” Habil, kardeşinin üzgün ve anlamış yüzüne bakıyor. Kafası karışmış; ancak şimdi daha rahat. O da ortada bir suçlu ya da suçsuz olmadığının farkında artık. Kardeşinin elini tutuyor ve onunla: “Ben de sorgulamalı, kalbime rağmen Yasa’ya kayıtsız şartsız itaat etmemeliydim. Beni sen öldürmedin. Beni yine ben, senin suretine bürünmüş duygularım, bastırdığım karanlık yanım öldürdü.” diyerek sulh yapıyor.
Şimdi daha özgürüm.
‘İbn-i Zerabi’
Not: “Psiko-sosyal itiraflar” adı altında sizinle paylaştığım bu iç döküşlere ebelik yapan; yıllardır göz ardı ettiğim Jung’u görünür kılan ve Transaksiyonel Analiz’in kurucusu olan Eric Berne ile tanışmama vesile olan Bayan B.’ye, bilgeliği ve cömertliği ile şifalanmama destek olduğu için çok teşekkürler.
(resim : william blake…)